İnsanoğlu ateşi anlamadı, ateşe taptı, nehir taşkınlarını
anlamadı suya taptı, güneşin batıp doğuşunu anlamadı güneşe taptı. İnsanoğlu
bütün bunları atlattı fakat bir şeyi yenemedi: duyguları. Duygularından korktu,
kendinden korktu. Bu korkuyu sevemedi. Bu korkuyu yenemedi.
Duygularımızı
bastırmak hiç öğretilmemiş olsaydı, kim bilir, bu kadar erken yaşlanmazdık
belki de. Başka insanların huzuru, kendi hırslarımızın esiri yaptık
duygularımızı. Ezip çiğnedik kimi zaman, kimi zamansa baş üstünde tutmak için
orda burada aradık durduk. Kim bilir bazen bir daha dönmemek üzere arkamızı
dönüp gittik belki de. . . Acısını çekeceğimizi bile bile gittik hem de.
Duygularımızı yaşamamıza izin vermediler çünkü. “Yalnızlığı yaşa!” dediler. “Güvensizliği
yaşa!” dediler. “Özlemi yaşa!” dediler. “Nefrete yaklaşma, öfkenden uzak dur
fakat aşkın yakınından da geçme.” dediler. Karşımıza çıkarsa kaçmayı,
kaçamazsak bastırmayı öğrettiler. Kimse savaşmayı öğretmedi. Susmayı
öğrettiler. İçimizdeki fırtınaları dindirmeyi değil de susturmayı öğrettiler.
Neyi, neden hissettiğimize değil her şeye rağmen nasıl davrandığımıza baktılar.
Acılar çekip sustuysak güçlü, savaştıysak çirkef, sesimizi yükselttiysek
terbiyesiz olduk. Güneşin ne de olsa bir daha doğacağına olan inancımız
korkularımızı bastırdı. Suçlusuysa içimizdeki yaşama tutkusu. Onun kaynağı ise
ölüm korkusu. Hep korkular yönlendirdi tarihimizi. Oysa biz güneşe inancımızı
yitirdiğimiz an öldük.
Şimdi yüreğimde devasa bir orkestra dünyayı haykırıyor
sessizce. . . Suçlusu benim. Seslerini kaybettim. Kaybolmalarına izin verdim. .
.